Redd-i Miras / inceleme

Adnan FARUK (Hatay, 2023)

Kitap: Redd-i Miras / Yazar: Meral Bayat

Gezmek, insanda kültür birikimi sağlama potansiyeli olan müthiş bir aktivitedir. Fakat bazen hayatın yoğun karmaşasından buna zaman ayıramayabiliyoruz. Ancak bu duruma bazı çözümler üretmek mümkün. Her ne kadar, bir yeri bizatihi gezmenin eşsiz dokusu ve hissiyatı gibi olmasa da, kültürel hazinemize oturduğumuz yerden bir ön hazırlık mahiyetinde katkılar sağlayan bu metotlardan biri de yöresel/yerel roman veya hikayeleri okumaktır.
Bu inceleme yazısında inceleyeceğimiz eser de, konusunun işlendiği coğrafyanın içtimaî özelliklerini yansıtarak topluma belli bir bilinç düzeyi aktarmaya çalışan yöresel bir roman niteliğindedir.


“Redd-i Miras” isimli bu eser, güneydoğu anadolu bölgesinde geçmekte ve birçok karakteri içinde barındırıp üç neslin, gayr-ı vicdanî ve gayr-ı mantıkî olan töre kurallarının pençesinde boğuşarak çektiği acıları, dar ve kör zihniyetlerin prangalarında esir edilmiş ruhların çırpınışlarını ele almaktadır. Konusu ve amacı itibariyle önemli bir eser olmakla birlikte, okur nazarında birtakım rahatsız edici teknik detaylara değinmekte fayda var.


Evvela, yazar çok sık tekrara düşüyor. Belli kalıplaşmış ifadeleri, cümleleri ve betimlemeleri sıkça tekrarlayarak kullanıyor. Ayrıca cümlelerin yüklemlerinde gözlemlenen zaman kipi geçişlerindeki keskinlik -bir cümle şimdiki zamanla biterken sonraki cümlenin geniş zamanla bitmesi gibi- okuyan kişiyi yoruyor ve anlatımdaki ritmi bozuyor. Bu gibi durumlar, okuyucuyu sıkan ve olay örgüsünün gidişatını sekteye uğratan hususlardır.


Girizgahta kısaca izah ettiğimiz gibi anlatılan olaylar, esasında konu bazında dramatizmi yüksek ve etkileyici niteliğe sahip ancak olayların bir şelale gibi süratle akması ve diyalogların sığ kalması, hikayelerin derinleşmesini ve olayların özümsenmesini engelliyor. Maalesef anlatı, bu sebeple hep yüzeysel kalıyor. Hikayeyle birlikte aktarılmak istenen ana ve yardımcı fikirler, olayların içinde sindirilmiş olarak verilmeli, satır aralarına ve hikayenin akışına yerleştirilmelidir. Aksi halde, eserde olduğu gibi açıkça bir cümleyle ve sık tekrarla verilince okuyucu bu yüzeyselliği fark ediyor ve hikaye okuyucuya geçmiyor.


Eseri okurken yer yer Tanzimat dönemi eserlerinde yapılan teknik hatalarla karşılaşıyoruz. Anlatılan hikaye bir anda kesilip yazarın doğrudan doğruya okurla konuşarak çağımıza yönelik eleştiri yaptığı veya birtakım serzenişlerde bulunduğu yerler mevcut.


Roman yahut öykü gibi edebî eserlerde önemli olan tek unsur, yalnızca olayları aktarmak değildir. Hikayenin akışı içerisinde karakterlerin rolünün niteliğine göre onları keşfederek onlarla tanışıp bağ kurmak, anlatıyı özümsemek için mühim bir faktördür. Eserde ise karakterleri tanıtma yönteminin etkin olduğunu söylemek güç. Çünkü karakterleri bazen bir/birkaç cümleyle, bazen de en fazla bir sayfada tanıyoruz. Karakterler romana yayılmalı, onları zamanla keşfetmeliyiz. Dolayısıyla “karakter gelişimi” kavramı maalesef eksik. Karakterlerin ruhsal değişimlerinin anî olması ve diyaloglardaki yüzeysellik, onlarla tam anlamıyla bağ kurmamıza mani oluyor.


Eserin türü roman olmasına rağmen başından sonuna bize eşlik eden bir ana karakter mevcut değil. Zira aktarılmak istenen o coğrafyaya özgü hadiseler üç kuşak (nesil) şeklinde ele alınmış. Her kuşakta öne çıkan karakter -haliyle yeni nesle geçildiği için- farklı oluyor ve bu sebeple de romanın bütününe hakim olan bir ana karakter göremiyoruz. Bu husus, eserin roman olmasından kaynaklanan beklentiyi karşılamıyor. Eser, roman olarak değil de, farklı isimlere sahip fakat birbiriyle ilişkilendirilmiş üç veya dört öyküyü içinde barındıran bir öykü dizisi şeklinde yayınlamış olsa, bu anlatış tarzına daha uygun olabilirdi. Ancak roman olarak ele alınmak istenirse de, o halde hikayenin, karakterlerin psikolojilerini biraz daha detaylı inceleyip onları -hemen değil de- merhale merhale tanıtarak ve olaylar arasındaki geçiş yumuşatılıp olay örgüsü derinleştirilerek inşa edilmesini tavsiye ederim. Fakat bu konudaki söyleyebileceklerimiz tavsiye niteliğinden öteye geçemez. Zira son tahlilde bu, yazarın kendi stili çerçevesinde yapacağı/yapmış olduğu bir seçimdir ve bizlere saygı duymak düşer.


Teknik anlamdaki bu değerlendirmelerimize rağmen eserin amacı itibariyle hakkını teslim etmemiz gerekir. Yazar, kaleme aldığı eseriyle bir kadın olarak, içine doğduğu coğrafyadaki, insanın insan olmasından kaynaklanan değerini hiçe sayan ve özellikle de kadını; alınıp satılan ve söz söyleme hakkının alenen ayaklar altına alındığı bir meta olarak gören ataerkil sisteme bir eleştiriyi, hatta bir başkaldırıyı ortaya koymaktadır. Bunu da bir kadın olarak yapıyor olması, tüm kadınlarımıza örnek olurken aynı zamanda eserin eleştirel amacına ayrı bir güç katmaktadır.


Sanatın ve hususiyetle de edebî eserlerin, okurlara estetik zevk vermesinin yanında toplumu iyiye ve güzele yönlendirici gücüne inanan bir yazar ve şair olarak, yazarın bu romanıyla cehalet, eğitimsizlik ve nezaketsizliğe karşı insancıl bir duruş sergileyen tavrını ve böyle güzel bir gayeye kalemini ve kelamını sarf etmesini yürekten takdir ediyorum. Kitabın sonuna doğru Zeynep isimli bir karakterin, hukuku ve haklarını bilmenin ne kadar önemli olduğuna dair yapmış olduğu vurgunun, bir hukukçu adayı olmam sebebiyle çok hoşuma gittiğini de belirtmek isterim.


Bahsettiğimiz sık tekrarlara rağmen yer yer çok hoş ve anlamlı deyişlerin olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar tam anlamıyla yansıtılamadığını düşünsem de, bir anne-kız arasındaki duygusal bağın ne denli kuvvetli ve yürek ısıtan bir niteliğe sahip olabileceğini görüyoruz.


Netice olarak, kitaba dair genel bir izlenim vermeye çalıştığımız bu inceleme yazısının yanında, tam bir fikir sahibi olabilmek için yegane yol, eseri okumaktır. Bu bağlamda, sizlere keyifli okumalar diler, yazarın edebiyat hayatında nice başarıları deneyimlemesini temenni ederim.